İhtiyar doktor beyaz uzun gömleğini ilikleyerek doğruldu, sigarasını söndürdü. Loş çadırın kat kat perdeli kapısını kaldırdı. Çukura batmış uzun kirpikli gözleriyle etrafına bakındı. Dışarıda kolları kırmızı beyaz işaretli askerlerin taşıdığı boş sedyeler süratle uzaklaşıyor, üzerlerinde kırmızı aylı beyaz bayrakların sallandığı geniş çadırların önünde öteye beriye gidip gelen doktorlar dolaşıyor, derinden top sesleri aksediyordu. Daha harp bitmemişti. İlerleyen fırkanın geride bıraktığı yaralıları toplamak için henüz yeni vesait yollanıyordu
Elinde sımsıkı tutmakta olduğu perdenin kıvrımlarını bıraktı, köşeye çekildi
Kaşlarını çattı, yüzünde müziç bir sıkıntının derin çizgileri gözüküyordu. Yanı başındaki portatif bir iskemleye oturdu, kır düşmüş uzun saçlarını uzun parmaklı ve damarlı elleriyle kavradı ve bulanmış gözlerini karşıda masanın üstünde sarı dişleri, karanlık gözleriyle sırıtan bir ölü kafasına dikti, düşünmeye başladı: Daha yaralılar gelmemişti. Bugünkü intizar çok sürmüştü. İçinde müthiş bir şüphe kendini yiyip bitiriyordu. Ya bugün oğlu da yaralanmışsa
Ya
Ya
O hiç gelmezse
Bütün ümidi, bütün tesellisi oğlu, bir tek oğlu ölmüşse
Oğlu için yaşayan bu biçare ya ne yapardı?.. O da ölürdü, o da
Gözleri büsbütün büyüdü, saçları dikildi, yüzü sarardı. Şimdi oğlunu kanlı göğsü, kapalı gözleri, mor dudaklarıyla görür gibi oluyordu. Doğruldu, ellerini ileriye doğru, o hayali, o kanlı hayali itmek ister gibi uzattı
Sonra titreyen kolları yana düştü.
- Of!.. Bugün içimde öldürücü bir şüphe var, diye mırıldandı
Kalktı, hızlı adımlarla çadırın içinde dolaşmaya başladı
Ona oğlunun yaralandığını veya öldüğünü kim söylemişti?.. Hiç kimse
Fakat bir ses, ta içinden gelen bir ses ona, başına muhakkak bir felaket geleceğini haykırıyordu
O, bu sesi, bu melum sesi boğmak ister gibi göğsünü tutuyor, sıkıyor, fakat muvaffak olamıyor ve yine kendi boğuluyordu. Bir aralık dışarıda gürültüler çoğaldı
Yaralılar getiriliyordu
Kapıya doğru ilerlemek istedi, fakat müteredditti
Ya onu da şimdi bir sedyenin üstünde sarı yüzüyle görecek olursa?.. Fakat vazife onu davet ediyordu, çıkmalıydı.. Çıktı
Birçok sedyeler gidip geliyor, beyaz uzun gömlekli doktorlar öteye beriye koşuşuyorlardı
Ameliyat çadırına doğru ilerledi
İçeri girdi ve oradakilere boğuk bir sesle:
- Ne haber? dedi. Ağır yaralılarımız var mı?
Arkadaşlardan biri cevap verdi:
- Pek de yaralımız yok. Yalnız miralayın sağ bacağını bir gülle misketi fena halde hırpalamış, büyük bir yara açmış. Bu esnada hücuma kalkan fırka da ilerleyince, uzun bir müddet bakılamamış
Yarası çok pis, herhalde bir serum yapmak lazım
- Ya?.. Allah bize acımış, çünkü bilirsiniz, bizim fırkamızın hayatı miralayımızın hayatıyla beraberdir. Hemen bir serum yapıp tatanos tehlikesini atlatmalıyız. Kendisi nerede?
- Pansumanda!
Pansuman çadırına gitmek üzere dışarı çıkıyordu ki birdenbire kapıda durdu, sarardı, bir defa sarsıldı, sonra "Oğlum! Oğlum!" diyerek kapıdan girmekte olan bir sedyenin üstüne atıldı. Arkadaşları onu tuttular
Mecruh çok ağır gözüküyordu. Göğsünde derin yarası vardı. Ameliyat masasının beyaz muşambası üzerine yatırdılar. Biçare sarı rengi, mor dudakları, korkunç gözleriyle bir köşede ellerini birbirine sürterek bunu seyrediyordu
Yaralı yatırıldı. Yarası açıldığı zaman ihtiyar doktor birden bire masaya koştu
Hırıltılı bir sesle:
- Berbat, pis bir yara! Diye söylendi
Kendi eliyle yarayı muayene etti. Çok derin değildi, tehlike yoktu
Geniş bir nefes aldı
Gözlerinin içi gülüyordu
Şimdi yanlız bir tehlike vardı, tatanos tehlikesi
Bu da izale edilebilirdi. Elde serum olduktan sonra
Heme arkasını döndü ve eczacıya:
- Aman, beyim, dedi, iki serum. Çabuk yetiştirin. Biri oğlum, öbürü miralay için iki şişe
Ak sakallı, gözlüklü bir adam olan muhatabı yavaşça:
- Unutuyor musunuz, beyim, dedi. Geçen tayyare taarruzunda bombalarla yanan ecza depoları meyanında serumlar da mahvolmuştu.. Fakat yalnız bir tane kurtarıldı zannediyorum
Size bunu söylemiştik. İstanbul'a yazdık, daha
O artık fazla tafsilat dinlemiyordu. Yalnız serumun bir tane olduğunu hatırlıyordu
Artık bütün ümidi mahvolmuştu, oğlu ölüme mahkum demekti
Seruma muhtaç iki yaralı var. Buna mukabil bir tek şişe
Birisi mülazım, diğeri miralay
Biri alay kumandanı, diğeri küçük zabit! Biri sade kendi oğlu, diğeri bütün bir alayın babası
Vazife hissi ve baba şefkati çarpıştı
Hem de zaten, miralay dururken, "Serumu oğluma yapın," dese sözünün hükmü olacak mıydı?
Arkadaşları donmuş gibi bu mücadelenin kanlı izlerini onun gözlerinden takip ettiler
O, yerden doğruldu, gözlerini masada yatan oğluna çevirdi, durdu, dakikalarca durdu
Sonra birden titrek, meyus, fakat azimkar bir sesle:
- Serumu miralaya tatbik ediniz, emrini verdi ve oğlunun üstüne yığıldı
On gün hiç oğlundan ayrılmadı
Onun tatanosun yakıcı pençesinde ne büyük ıstıraplarla kıvrandığını boş gözlerle seyretti ve o son bir gerinişle katıldığı zaman ilerledi. Bir kere sarstı, bir daha, bir daha! Sonra gözleri büyüdü, saçları dikildi, ağızı çarpıldı, acı bir kahkaha salıvererek oğlunu, oğlunun donmuş, katılaşmış cesedini kucağına alarak çıktı. Ne yapacağını bilemez serseri bir revişle, uzaklarda yeşil zirveleri dalgalanan duradur dağlara doğru uzaklaştı.
O geceden sonra ne doktoru, ne de oğlunu bir daha göremediler.