Bir hastenede ölümü bekleyen hastaların koğuşu. Koğuşta bir oda. Odada iki yatak, iki hasta. Biri pencerenin önünde öteki duvar dibinde. Yaşamlarının şu son dönemlerinde pencere kenarındaki, sabahtan akşama kadar pencereden bakıp bakıp, tüm gördüklerini duvar dibinde hiçbir şey göremeyen arkadaşına aktarır:
“Bugün deniz dünden daha durgun. Rüzgar hafif olmalı. Beyaz yelkenliler belli belirsiz ilerliyor… Park mı? Park henüz tenha. Salıncakların ikisi dolu, ikisi boş,” “Erguvanlar bugün çıldırmış. Öyle bir çiçek açtı ki, etraf mordan geçilmiyor. Erikler desen gelinden farksız”… “Eyvah, miniklerden biri düştü. Anası yetişti, bağrına basıyor çocuğu, neyse, çocuk sustu, gülüyor şimdi”… “Öğrenciler mi? Onlar yeni kitaplara dalmışlar… Dur bakayım, haa… Simitçi geldi, iki simit alıp beşe paylaştırıp yiyiyorlar… Şimdi de çocuklara katıldılar, uçurtma uçurmaya… Uçurtma yükseliyor, yükseliyor…” “Hayır yelkenliler henüz görünmedi ama martıların keyfi yerinde. Baloncu da erkenci. Mavi, mor, yeşil, kırmızı, turuncu, kocaman balonlar var…”
Her gün böyle sürüp giderken, her gördüğünü anlatırken, ansızın müthiş bir kriz geçirir pencere yanındaki. Duvar dibindeki, bir düğmeye bassa, doktor çağırabilir ve belki de arkadaşını kurtarabilir. Ama… Ama arkadaşı ölürse pencerenin yanı boşalacaktır. Ve duvar dibindeki düğmeye basmaz, doktor çağırmaz, arkadaşı ölür. Ertesi sabah duvar dibindekinin yatağını pencerenin yanına sürerler. Beklediği an gelmiştir. Yattığı yerde pencereden dışarı bakar: Pencerenin dibinde kapkara bir duvardan başka hiçbir şey yoktur!