Çakralar Üzerinde Meditasyon

Çakralar Üzerinde Meditasyon
Hayatın amacı sevgiyi öğrenmektir -tekamül ettikçe sevmeyi ve sevilmeyi öğreniriz.
Çakralar  üzerinde meditasyon çok-düzeyli bir alıştırma ve harikulade bir deneyimdir. Bu meditasyon da diğer türlerinde olduğu gibi ilk adım olarak içsel konsantrasyonu, ardından imgelemeyi ve son olarak da sesin kullanımını içerir.
Bu çok karmaşık bir meditasyon olduğu için düşünebildiğim en basit yaklaşım bu meditasyon biçiminde ne yaptığımı betimlemek olacak.
Yataktan kalkıp güne başlamadan önce uyum içine girmeyi tercih ettiğim için çoğunlukla çakra çalışmamı uyanır uyanmaz yaparım. İçten gelen direktifleri ve fısıldanan rehberliği duymamı sağlayan iletkenlikteki bu alfa bilinç halinde yatıp kök çakrasıyla çalışmaya başlarım. Onu gözümde kırmızı olarak canlandırır ve orada olduğunu ‘bildiğim’ çarkı döndürürüm. (Dönüş yönü önemli değildir. Bazıları bu çakranın bir nabız şeklinde attığını görmeyi tercih ederler.) Bazen enerji merkezinin kırmızısını ‘görürüm’. Bazen görmem. Öyle ya da böyle, onun var olduğunu kabul eder ve kırmızı çakrayı döndürürüm; bazen bu dönüş öylesine hızlanır ki belkemiğimin dibindeki merkezde koyu kırmızı bir sıcaklık hissetmeye başlarım.
Kök çakra dünyaya ayağını sağlam basmak, kök salmakla ilgili meselelerle ve fiziksel boyutun anlayışıyla ilgili olduğundan, bilinçli zihnimi sonra, hayatımdaki duygusal meselelerle bütünleşmeye yöneltirim ve bunu karşılayan duygularla dönen kırmızıyı birbirine karıştırır harmanlarım. Kök çakra ‘savaş ya da kaç’ şeklindeki böbrek üstü bezi tepkilerini yönettiğinden, bu dönüşü, korktuğum şey her neyse onun üzerinde sakinleştirici bir etki olarak kullanırım.
Kök çakrasında tıkanma, kişinin kendinden utanmaya, değersizlik duyguluna koşullandığını ve kendi işlevleriyle ilgili anlayıştan yoksun olduğunu gösterir. Bu duyguların temizlenmesi ve dengelenmesi gerekir. Bu dengeye ulaşınca, Dünyaya, ben ona nasıl davranıyorsam onun da bana öyle davranacağına olan güvenimi bildiririm. Bu kendini güvende hissetme, ‘topraklama’ sürecidir.
Bazı günler ise Toprak Anayı ve onun üzerinde yaşama amacımı hiç düşünmem. Bazı günler yalnızca kırmızı ‘görürüm’; o zaman kök çakranın kırmızısı üzerinde meditasyon yaparak bu kızgınlığımı yok etmem gerekir. Onunla uyum sağladığımda kızgınlığım dağılır. Eğer böbreklerimle ilgili bir sorunum varsa daha uzun süre meditasyon yapar ve çak-rayı daha hızlı döndürürüm; çünkü kök çakra böbrekleri yönetir. Eğer kendimi tembel ve enerjisiz hissedersem, böbrek üstü bezlerini gözümde canlandırır ve kırmızı enerjiyi onlara döndürürüm; çünkü kök çakranın böbrek üstü bezleri olarak maddileştiğini bilirim. Böbrek üstü bezlerinin tam nerede bulunduklarını bilmek gerekmez. Bir düzeyde bildiğinizi bilmeniz gerekir.
Ben son derece inatçı bir insanım; bu yüzden kök çakramı (insan iradesinin enerjilerine kanal oluşturan çakra) İlahi . titreşimin daha yüksek, daha ezoterik çakralarıyla dengelediğimde çevreyle çok daha uyumlu bir insan oluyorum. Başka bir deyişle, kök çakrasının kırmızısıyla taç çakrasının menekşe rengini birbirine karıştırdığımda kendimi daha iyi hissediyorum. Bunu yapmayı unuttuğumda ya da yapacak zaman bulamadığımda dengemin bozulduğunu hissediyorum; samimi konuşmak gerekirse çevremdekiler de hissediyorlar.
Kök çakrasından sonra portakalrengi olan ve üreme organları bölgesinde yer alan ikinci çakraya geçerim. Bu çakra yaratıcılık ve cinsellikle ilgili bedensel ve duygusal konuları yönetir. İkinci çakra fiziksel kökenimizin merkezidir. Yaratıcı enerjimiz ve günaha ve suça eğilimlerimiz buradan kaynaklanır. Bu çakra üzerinde meditasyon yaparken, parlak portakalrengi bir ışığın bu olumsuz eğilimleri sürükleyip götürdüğünü imgelemeniz yardımcı olur. Bilinçaltıyla algılanan bir düzeyde kök çakrasının kırmızısının hala döndüğünün farkındayımdır, ama şu anda tüm dikkatim portakal rengi üzerindedir.
Bu çakra üzerinde meditasyon, binlerce yıl önce insan bedenini şehvani ruhsallığın deneyimlendiği bir mabet olarak kabul eden Hindu geleneklerinden kaynaklanır. Bu geleneğe göre, eşler ilişkilerinin ölümle sona ermeyeceğine, birbirlerine sonsuzluk boyunca İlahi bir paylaşma içinde bağlandıklarını, yeniden bedenlenmeye karar verdiklerinde bu paylaşmayı yeniden bedensel olarak yaşayacaklarına inanırlar. Bundan dolayı, bu insanlar cinsel faaliyetlerini günümüzdeki -kızgınlık, incinme ve kırgınlıkla sonuçlanan- salt cinsel haz ve şehveti yaşama anlayışıyla sürdürmezlerdi.
Sanskritçe metinlerin anlattığı gibi, kadim Hindistan'da, tantrik devrelerde, seksin varlığı insanları birleştirmez, yokluğu da ayırmazdı. Bu iki hayat tam anlamıyla karışıp birleşme ve yaratıcılık duygusuyla, daha yüce bir duyguyla birbirine bağlanmıştı. Onlar, erkekliğin ve dişiliğin, varlıklar arasındaki enerji alışverişinin tamamlayıcı deneyimleri olduğuna ve ikinci çakranın sadece cinsellik merkezi değil, daha çok ‘yaratıcı yaşamın ve kökenin’ yeri olduğuna inanıyorlardı.
İkinci çakra üzerinde meditasyon, insanın yaratamama ve verimsiz, kısır olma korkusuyla bir yüzleşme yoludur. Başarıyla uygulandığında, insan, bedenin, temelde Yüksek Ben' in fiziksel bir varoluşu deneyimlemek ve bu hayat dilimindeki amacını yerine getirebilmek için şekillendirdiği evrensel parçacıklar toplamı olduğu temel anlayışını hissedebilir. Bu misyon tamamlandığında, parçacıklar ayrılıp dağılarak (yaşamın deneyimlendiği) Dünya'nın bir parçası haline gelirler, ki dünya da zamanla bu parçacıkları yeniden evrene saçar. İkinci çakra üzerinde meditasyon sonucunda, Yüksek Ben'in asla ayrılıp dağılmadığı, onun gerçekten, parçacıkların ve yaşam senfonisinin bestecisi olduğu açıkça görülür. Besteci ve beste bir süre için bir olurlar, ama yine de ikisini birbirinden ayırt etmek mümkündür.
İkinci çakranın dönüşünü imgelerken özlü, sulu bir portakal görüntüsü kullanmaktan hoşlanırım. Bu portakalrengi her türlü çatışma, karışıklık ya da endişe duygularını eşitleyip temizlerken portakalın sularının üreme sistemine saçıldığını hissetmek hoşuma gider. İkinci çakra insanın yakın ve yaratıcı ilişkilerdeki tutumumunu yönettiğinden, sulu portakal meditasyonu çok doyum vericidir.
Burada şunu ifade etmem yerinde olur: Her ne ad verirsek verelim, hepimiz imgeleme ve meditasyon yapmışızdır. Örneğin cinsel fantezilerimiz olmuşsa, bunları gözümüzde canlandırın]sızdır. Eğer bu fanteziyi bedeni etkileyecek kadar (orgazm) imgelemişsek, o zaman zihnin bedeni etkileme gücünü görmüşüzdür. Aynı imgeleme süreci bedene şifa vermekte de kullanılabilir.
Çakra merkezleri doğal olarak kendi renklerinde dönseler de, böyle olduklarını imgelemek doğal dönüşlerini artırmaya yardımcı olur. Ayrıca, döndürdüğümüz renkleri, bu renklerin neye benzediği ‘duygusu’nu hatırlamak anlamında ‘görmemiz’ şart değildir. Her durumda, rengin titreşimini hatırlarsınız. Bu yüzden, örneğin, kırmızıyı imgelemekte zorlanıyorsam, parlak kırmızı bir elma ya da koyu kırmızı bir yakut ya da en çok hangi kırmızı tonundan hoşlanıyorsam onu hatırlayarak bu imgelemeyi güçlendiririm. Hatırlamayı seçtiğim şeyin görüntüsü, üzerinde meditasyon yapmayı istediğim rengin gerçekliğini hissettirmeye yeter. Gereken tek şey uygulama yapmaktır. Bu uygulamayla renk imgelemesi kolaylaşır.
Özellikle duygusal bir üzüntü ve sıkıntı yaşıyorsanız, üçüncü ya da güneş sinirağı çakrasını dengelemek önemlidir. Bu, kişisel güç, duyarlık ve egoya yönelik tutumlarımızı yöneten çakradır. Tekamülümüzün ve üçüncü çakrayı dengelemenin önündeki en büyük engel ego'dur. Ego, bir şeyi ya da bir parçamızı, veya birini kaybetme korkusuna bağlıdır. Kişinin hayatındaki insanları yönlendirme, onları ezme ya da kontrol etme ihtiyacı bu korkudan kaynaklanır. Kendimizi üçüncü çakraya akort ettiğimizde, kendimizi daha çok sever, kendimize daha çok güven duyar, bundan dolayı da negatif egonun kısıtlayıcı zincirlerini daha rahatça kırabiliriz.
Duygusal üzüntü ve sıkıntı yaratan ilişkiler daima, duyarlıklarımızla bağıntılı kişisel güç ve egoyla ilgilidir. Güneş sinirağı çakrasının sarısı üzerinde imgeleme ve meditasyon yapıp bu rengin orta bölgeme nüfuz edip yayılmasını sağladığımda gevşemeye ve her şeyi oluruna bırakmaya başladığımı gördüm. Güneşli bir sarı sakinleştirici etki yapar ve hissettiğim sıkıntı ve üzüntünün titreşimi yatışarak kaybolur. Bu bölgedeki aşırı kilolar da kaybolmaya başlarlar; çünkü şişmanlık içeride tutulan ve bilinçdışı engellenen öfkedir.
Doğa her birimizi şifa verici aletlerle donatmıştır, yeter ki onların holistik gücünün işe yaradığına güvenelim. Yine, bu güç ona duyduğumuz inanca dayanır. Renkler güçlü aletlerdir ve onları kullanmak istediğimiz çapta uygulanabilirler.
Karaciğer, dalak, mide ve safra kesesinin faaliyetlerini yöneten pankreası sarı ışıkta yıkamak, sinir sisteminin sakinleşmesine ve gevşemesine katkıda bulunur. Kişisel gücümüzü kötüye kullanmamız ya da kullanmamamız direkt olarak üçüncü çakranın dengesiyle ilişkilidir. Bir insana yöneltebileceğimiz en derin hakaretlerden biri onu korkak anlamına gelen ‘sarı’ diye çağırmaktır; bu aslında bu insanın güvensizlik yüzünden kendi gücünü kabullenip harekete geçirmekten yoksun olduğu anlamına gelir. Bilinçli zihin üçüncü çakranın dengeli ve sağlıklı bir biçimde döndüğünü, yalnızca bedensel yaşamınızda değil, duygusal yaşamınızda da oynadığı rol ölçüsünde yeniden güçlendirildiğini kabul ettiğinde, onu böyle gördüğünde sonuç şaşırtıcı olur.
Sarı güneş gibi bir renktir. Güneş sıcaklık ve güç kaynağıdır. Kendimizi iyi hissetmemizi sağlar. Ruhumuzun yükünü hafifletir, onu neşelendirir. Onun sıcak sarı ışığından uzun süre ayrı kalamayız. İmgeleme gücüyle sıcak bir içsel güneş hissi yaratmak mümkündür; böylece hissettiğimiz hassasiyetleri kendi gücümüzün -ki bu güneş sinirağı çakrasının yönetme alanına giren bir güçtür- kabulü vasıtasıyla yatıştırıp her şeye karşı güvenimizi tazeleyebiliriz. Bu olduğunda, mide, karaciğer, safrakesesi ve dalak gevşer ve daha düzgün ve eşit bir frekansta titreşirler ve bencilliğimizden kaynaklanan sorunlar azalır.
Biraz portakalrengi katarsak, ikinci çakranın yaratıcı ve cinsel enerjilerini üçüncü çakranın hassasiyetleri ve kişisel gücüyle karıştırıp birleştirmiş oluruz. Eğer oluşan bu dengeyi kırmızıyla karıştınrsak, Dünya'yla bedensel ilişkimizde kazandığımız duygusal dengeyle ilgili anlayışımızı sağlamlaştırıyoruz demektir, ki bu da korkudan ve birinci çakranın öteki savaş-ya da-kaç çekişmelerinden kurtulmamıza katkıda bulunur.
Böylece, yedi çakra vasıtasıyla ifade ettiğimiz duygusal ve bedensel meselelerin tümünü, bedenimizi bir müzik aleti olarak kullanıp gökkuşağının renk titreşimlerini bilinçli bir şekilde çalarak değiştirebilir, dengeleyebilir ve uyum içine sokabiliriz. Renkler hayatımızın her anında hizmetimizdedirler ve onları bilinçli olarak tanısak da tanımasak da aslında uyum içinde iş görmekte ve dönmektedirler.
Bir kez daha yinelemek istiyorum: Bizler, bilinçli olarak farkında olduğumuz şeylerin toplamıyız. Çakra sistemimizin değerinin daha çok farkına varmak, kendi içsel gücümüzün daha çok farkına varmak demektir. İçsel gücün farkında olmak ise dışsal güç için sahip olduğumuz potansiyeli anlamaktır. İçeride saklı olan gücü tanıyarak dışarıda istediğimiz her şeyi yaratabiliriz. O zaman hayat oyunu bu gücü dışsal olarak nasıl yarattığımıza ve bu gücü elde ettiğimizde onunla ne yaptığımıza dönüşür: Bu da bizi güneş sinirağı üzerindeki dört çakranın bir sınavıyla karşı karşıya bırakır.
Dördüncü çakra kalbi yönettiğinden, meditasyon sırasında onun yeşil rengini imgelediğinizde, aslında, bağışıklık ve iç salgı sistemlerini de ahenkli kılan sevgi hislerini daha etkili bir biçimda yönetmesi için onu harekete geçiriyor oluruz. Sevgi akışı tarafından üretilen ışıma tüm bedeni iyileştirebilir.
Kalp çakrası üzerinde meditasyon kendimizi sevmeyi öğrenme sürecine yardımcı olur; böylece başkalarını sevmemiz mümkün olur. Ondan çıkan öz-güven ailemiz, arkadaşlarımız ve iş arkadaşlarımız tarafından hissedilecek süptil bir titreşim taşır. Başkalarından, kendimizde gördüğümüz ve yarattığımız şeyleri alır, kabul ederiz. İçsel bir güvenlik duygusu başkalarında da bu güveni yaratacaktır. Tüm bunlar kalpte merkezlenirler.
Bazen meditasyona kalp çakrasıyla başlarım, çünkü hayatımızda her şey esas olarak kalpten akar. Yeşili parlak bir zümrüt olarak imgelerim ve Dünyanın yeşil gezegen olarak adlandırıldığını hatırlarım. Yeşilin titreşimi yatıştırıcı, yumuşatıcı ve canlılık vericidir. Dünyada en çok yeşil renk vardır; çünkü gezegen hayatla, canlılıkla titreşmektedir.
Çakra meditasyonu yaparken bazen kalp çakrasının yeşilini güneş sinirağının sarısına karıştırır, sonra bu karışımı portakalrengi ve kırmızı çakralara taşırım. Bu tür bir renk tedavisiyle birçok şekilde oynanabilir, öyle ki bu, kendi bilinç sahnemde yaşanan bir serüven haline gelir. Çok geçmeden renk titreşip frekansındaki farkları hissetmeye başlar ve ona göre iş gömirüm.
Örneğin, gün boyunca giymeyi seçtiğim renklerin bilincim üzerinde kesin bir etkisi yardır. Parlak yeşil giymek, ona bağlı frekans nedeniyle kesin, belirleyici bir bildirimdir. İnsanlar kendilerinin ilgi ve sevgiden yoksun bırakıldıklarını hissettikleri için yeşilin temsil ettiği tazelik, canlılık, gençlik ve hoş çekicilikten kıskançlıkla söz ederler.
Öfke ya da korkudan kıpkırmızı olduğumuzda, savaş-ya da-kaç birinci-çakra sendromunun arazını hissetmekteyizdir. Başka bir renkle karışmamışsa, kızgınken kırmızı giymek sadece bu duyguyu güçlendirir. Bu durumda yeşil giymek, kalbin titreşimiyle bu şiddetli öfkeyi yatıştırmaya, etkisiz hale getirmeye yardımcı olur.
Boğaz çakrası olarak bilinen beşinci çakrayı hepimizin tanıyıp üzerinde meditasyon yapmamız çok iyi sonuçlar doğurur. Bu onun vasıtasıyla iletişim kurduğumuz ve kendimizi ifade ettiğimiz bir merkez olmasının yanı sıra, başkalarıyla ilgili yargılarımızı da kesin ve açık olarak belirttiğimiz merkezdir. Bu merkez ayrıca, havayı ifadeye çeviren organları da yönetir: Akciğerler, ses kirişleri ve bronşlar.
Bu yargı ve ifade çakrası olduğundan, onun üzerinde meditasyon yapmamız, herhangi bir kişiye karşı beslediğimiz her türlü hastalıklı duygudan kurtulmamıza yardımcı olur.
Çoğunlukla kendime, neden kızgınlık ve kırgınlık duyduğumu sorarak başlarım. Beklentilerim boşuna çıktığı için mi? Reddedilmekten kaynaklanan acı yüzünden mi? Bir biçimde aldatılmış olduğumu hissettiğim için mi? Hangisi? Zihinlerimizdeki öfke birikimi yüzünden insanlara birçok şekilde yabancılık duyar, onlardan soğuduğumuzu hissederiz. Böylece, bu insanlara öfke bağlarıyla bağlanırız; bu da bu hastalıklı duyguyu daimi hale getirir.
Bu duygulardan kurtulmak basit bir işmiş gibi görünür ve gerçekten de basittir -ama bunu yapması kolay değildir. Nefret ya da öfkeye, bir demire bağlanır gibi bağlanır, tutunuruz. Duygular gerçekten bize demirlerler. Öfke bize dramatik bir rol verir; bizi fayrap ettirir, enerji yaratır, bir ilişkiyi belirler. Hatta öfke bizi, eğer ondan kurtulursak ondan boşalan yeri neyin dolduracağıyla ilgili bilinç dışı korkuya demirler. Ama, öfkeden kurtulabilirsek onun yerini iç rahatlaması ve sevgi doldurur; giderek huzur ve sevgiyle dolup taşarız. Sevginin her şeyi bir arada tutan zamk olduğunu anladığımızda, onun yalnızca insanlar arasında değil, ruhlar arasındaki iletişim kanalı olduğunu da idrak ederiz. Daha önce başkaları tarafından reddedilen aynı yargılarımız bu kez anlatacak ve iyi karşılanacaktır; çünkü bu yargıların ardındaki yeni enerji bu kez pozitiftir. Aslında bu kez sevgiye demirlediğimiz için ne zaman konuşacağımızı, ne zaman konuşmayacağımızı ve nasıl daha etkili konuşacağımızı daha iyi biliriz.
Anlaşılmadığımı hissettiğim her seferinde, açık ve anlaşılır olmamı önleyen tıkanmaları giderebilmek için boğaz çakrası üzerinde maviyle meditasyon yaparım. Eğer bu dinsel bir anlaşmazlık ise maviyle portakalrengini karıştırırım. Yok eğer kendi kişisel gücümle ilgili duygusal bir sorunsa, maviyle sarıyı karıştırırım. Eğer bir insana katı bir gerçeği özellikle sevecen bir biçimde söylemek istiyorsam, kalp yeşilini maviyle karıştırırım.
Boğaz çakrasındaki tıkanıklık kendi doğrunuzu söyleme korkusundan da kaynaklanabilir. Sürekli başkalarını hoşnut etmek için insanın kendini doğru bir biçimde ifade etmekten kaçınması, kendini feda etmesi, derin bir iletişim bunalımına yol açabilir.
' Birilerine, kendileriyle ilgili sert sözler söyleyeceğim her seferinde, konuşmadan önce güzel bir kalp yeşiliyle karışmış maviyi imgelemeye çalışırım. Bu şekilde, onları kendi kabalığımdan korurken, bu kabalığın karmik kaçınılmazlık nedeniyle bana dönmesinden de korunmuş olurum.
Tabii, çoğunlukla kendi yargım ve bu yargıyı ifade etme ihtiyacı içinde 'kaybolduğumdan söz konusu imgelemeyi yapmayı unuturum. Bunun çoğu, çakraların temsil ettikleri renkler üzerinde -keşfetmek istediğimiz duygulara giden yol olarak- meditasyon yapma disipliniyle hafifletilip yatıştırıla-bilir. Çok geçmeden farkındalığınız o kadar genişler ki, bu farkındalığı hayatınıza uyguladığınızda, hayatınızın çok düzeldiğini, birçok şeyin yoluna girdiğini görürsünüz. Siz bilinçli olarak uyum kurmayı kabullendiğiniz için hayatınız da yoluna girmiştir.
Benim için, hepsinin içinde en büyük mucize, biz onun farkında olsak da olmasak da bu uyumun daima var olmasıdır; ama ancak bu doğal uyumu bilinçli olarak tanır, kabullenirsek onun gücünden yararlanabiliriz. Bizler neyin bilin-cindeysek, o'yuz...
Altıncı çakra, üçüncü göz ya da yüz çakrasıdır. Bu çakra alnın ortasının ardında yer alır. Bu kendimizi dünyaya sunma, gösterme biçimimizi yöneten çakradır. Eğer yüzümüz endişe ve üzüntüyle gerilmişse, onu çivit rengi üzerinde meditasyon yaparak gevşetebiliriz. Çivit rengi içsel vizyonumuzu, idealizmimizi ve hayal gücümüzü yankılamamıza izin verir. Üçüncü göz çakrası hipofiz salgı bezi olarak maddileştiğin-den, alt beynimizin büyük bir kısmını ve sinir sistemimizi yönetir. Bu çakra ayrıca zihnimize giren ve çıkan tüm düşünce ve vizyonları kontrol eder. O farkındalık gözü merkezidir.
İçimizden gelen enerji istediğimiz her şekilde kullanılabilir. Hangi düşünceleri seçersek, bu enerji de onları dış dünyada tezahür ettirir. Üçüncü gözümüz vasıtasıyla, içimizdeki Tanrı vergisi enerjiyi düzenleyip işe koşabiliriz.
Ben üçüncü gözün (altıncı çakra) meditasyonunu, kendim için bir dış vizyon (görü, önsezi, hayal) tezahür ettirmek istediğimde kullanırım. Hayatlarımızı renk ve duyguyla süsleme potansiyelimiz sınırsızdır ve titreşimsel enerjinin ruhsal metafiziksel unsurlarıyla ne kadar çalışırsam o kadar başarılı olurum ve her şey bana çok daha eğlendirici gelir.
Yedinci çakra, tüm çakralar içinde en yüksek titreşim frekansına sahiptir. Menekşe rengi tüm renklerden daha hızlı titreşir, çünkü taç çakrası son ve mutlak İlahi bütünleşme merkezidir. Ne kadar yükseğe çıkarsak, nereden geldiğimizi o kadar berrak ve kesin bir şekilde görebiliriz. Bu hem fiziksel hem de ruhsal anlamda doğrudur.
Taç çakrasından bakınca, öfke anlayışa, nefret sevgiye, mülkiyetçiljjfcpde özgürlüğe teslim olur.
Bu üstünlük sağlayan noktadan bakıldığında, korku, kasvet, nefret ve benzeri karanlık duyguların enerjimizi nasıl tüketip, en sonunda hastalıklara yol açtıklarını görmek daha kolaydır.
Daha önce gözümüze dev gibi görünen sorunlar şimdi budalaca, hatta gülünç görünür; hayır, sorunlar küçülmemişlerdir ama biz onlardan çok daha fazla büyümüşüzdür. Bu büyüklüğü idrak etmişizdir.
Varoluşumuzu bu yeni ışık altında görmek, olanakları sınırsız kılar. Ve bu, onu henüz göremeyenlere karşı bir şefkat duygusu geliştirir. Onlarda kendinizin eski halini görür ve işlerinin ne kadar zor olduğunu düşünürsünüz. İnsanların eylem ve davranışlarını daima belirleyen şey, kendilerini dünyada nasıl gördükleridir.
Denir ki, ‘İnsan menekşe renkli alevi deneyimlerse, içindeki Tanrı gücünü mutlak bir uyumla yankılamaktadır. Ne zaman ‘düşük’ çakralardan birini ve onu karşılayan duyguları ruhsallaştırma ihtiyacı duyarsak, meditasyon ve imgeleme yaparken, menekşe rengiyle bütünleşmemiz, aynı zamanda da kendimizi onun temsil ettiği İlahi frekansın farkındalığına açmamız gerekir. Yalnızca bu çakralarla bağlantılı renklere odaklanmak değil, ama bu renkleri, onlara bağlı olan ve iyi yönde değiştirmeye çalıştığınız duygularla da bütünleştirmek önemlidir. En sonunda rengin dili onları iyileştirebilir. Böylece, iyileştirme (şifa), temelde, bilinçli zihinle ruhsal merkezler arasında başarıyla uyum sağlanmasıdır.
Çakralarım uyum içine girdiğinde ve temizlendiğinde, çoğunlukla, her rengin tüm ışık frekanslarını bir araya getiririm ve başımın üzerinde göz alıcı parlaklıkta beyaz bir ışık hayal ederim. Beyaz ışık, tüm ışık frekanslarının bileşimidir.
Birçok insanın beden-dışı deneyimlerinde görüp tarif ettiği bu beyaz ışığın, (mükemmel olarak, tamamen gerçekleştirildiklerinde Tanrı'nın özü olan) tüm duygusal frekansların karışımını temsil ettiği söylenebilir.
Bundan dolayı, kendinizi beyaz bir ışık kabarcığıyla kuşattığınızda, aslında kendinizi Tanrı'nın ışığıyla kuşatmak-tasınızdır; bu ışığın merkezinde daima korunur, sevilir ve seversiniz.
Bir kez daha Tanrı'yi ne olarak hayal ediyorsanız o olursunuz. Ruhsal olguları tanımaktan ve kabullenmekten böylesine uzak bir dünyada imgeleme ve meditasyon tekniklerini tartışmak günün önemli konularıyla ilgisiz bir tutum olarak görünebilir; ama işte en çok bu nedenden ötürü, ruhsal disiplin için böyle tekniklerin kullanılması daha gerekli hale gelmiştir. Ruhsal teknolojiyi kabullenmezsek, bu teknolojinin bilincine varmazsak bana öyle geliyor ki, hayatta olma amacımızdan giderek daha da uzaklaşacağız. İnsanın kendi kaderinin ve amacının bilgisinden ayrı düşmesi ise gerçek bir felakettir.
Ama giderek çok daha fazla insan bu konuda uyanıyor. Giderek daha çok insan bilimsel, toplumsal, politik ve ekonomik olarak, kendisini yalnızca bedensel ve entelektüel değil ruhsal bir varlık olarak da görmeye başlıyor. Hatta anlında ruhsal varlıklar olduklarını görmeye başlıyorlar artık.
Bizler artık aydınlanma çağındayız; aydınlanma, ‘bilgisinde olmak’ demektir. Giderek kendimizin daha çok bilgisinde oluyoruz. Bir insanın Hristiyan, Müslüman, Hindu, Musevi ya da Ateist olması önemli değildir. Ortada ulaşılması gereken bir bilgi hazinesi var. Kişi hangi kiliseye ait olursa olsun, onun Tanrıyla ilişkisi tümüyle kendine aittir. İçimizdeki, henüz ulaşılmamış güç, onu hangi amaçla, hangi ihtiyaçla arıyor olursak olalım, hepimizin kullanımına açıktır. Kurumlarınızın hiçbiri bu gerçeği dile getirmiyor. Her insan için, içindeki uyumun potansiyel bilgisini kullanmak bir hak vejgörevdir. Bizler, henüz anlamaya başladığımız bilincin rolüyle, fiziksel ve ruhsal olanı bütünleştirmemiz gereken bir noktadayız.
Artık ruhsal teknolojinin özellikle anlaşılması ve öğretilmesinin zamanıdır. Çakralar üzerinde meditasyon, insanın içinde yatan dünyayı zihninde canlandırmasına ve bundan yararlanmasına izin verir. İçsel patikalarımızı aşarak güce ulaşabiliriz; ama bu ancak sevgi yoluyla kullanılabilecek bir güçtür.
Sevgi çoğumuz tarafından kullanılan -ve suistimal edilen- bir sözcüktür. Ruhsal araştırmanın yer aldığı çevrelerde ise diğer sözcüklerden çok daha sık akla gelen ve kullanılan bir sözcüktür. Temelde ruhsal merakı harekete geçiren ve yönlendiren şey, özgürce sevgi alışverişinde bulunma yollarına yönelik ihtiyaçtır. İnanıyorum ki bu hepimizin doyuma uğratmayı çok özlediğimiz bir gereksinmedir.
AiDS'ten ölmek üzere olan yakın bir arkadaşım vardı. Bu insan çeşitli şekillerde bu kaderi reddederek ve kabullenerek kendini bu gerçeğe alıştırmaya çalışıyordu.
1988'in Paskalya yortusundan önceki Cuma günü beni arayarak bir soru sordu: ‘Başkalarından gelen sevgiyi nasıl karşılarsın?’ dedi Acı verici mi bulursun? Yoksa kapıyı açıp buyur mu edersin?’
Ne yanıt vereceğimi bilemedim. Öldüğümde ardımda bırakmak zorunda kalacağım tüm insanlardan mahrum kalmamın kesinliği bazında sevgi konusunda hiç gerçek anlamda düşünmemiştim. İnsan devreyi kapatıp onları dışarıda mı bırakmak istiyordu? Böylesine bir durumda sevgi ne ifade ediyordu? Arkadaşım: yanıtlamama yardımcı olacak, bununla karşılaştırabilecek bir durum yaşayıp yaşamadığımı düşündüm.
Babamın ölüm döşeğindeki halini hatırladım. Çok huzurlu, gitmeye çok hazır görünüyordu. Kollarını bacaklarını kıpı datamıyordu ama çok ağır da olsa konuşabiliyordu. Gözlerime bakarak şu sözleri söyleyişini asla unutmayacağım: ‘Sevginin dışında hiçbir şeyin önemi yok...’ demişti, ‘bu dünyada hiçbir şeyin, malın, mülkün, şöhretin, hatta ne yaptığının bile önemi yok. Yalnızca sevgi...’
Başka bir şey söylemedi. Ama bu sözcüklerle ve gözlerindeki o bakışla, çok yüce, hatta tüm ruhsal çalışmamın bana öğrettiğinden çok daha yüce bir şeyi anladım.
Ve şimdi bana yakın başka bir insan da aynı soruyla uğraşıyordu. Ama onun tutumu babamınkinden tamamen farklıydı. Ona, ‘Evet, daima sevgiyi kabul ederim’ demekten başka söyleyecek bir şey gerçekten bulamadım.
Paskalya günü sabahı Kuzeybatı Pasifik'teki evimde yalnız uyandım. Gökyüzü bulutluydu. Yağmur damlaları penceremin dışındaki yüksek ağaçlarda parıldıyorlardı. Birden güneş parlayıp dalların arasından süzüldü.
Kendi kendime, ‘Paskalya yortusunun gerçek anlamı nedir?’ diye sordum.
Kalkıp dışarı çıktım. Güneş kaybolmuş ve yağmur yağmaya başlamıştı; önce bulanık bir şekilde çiselemeye başladı, sonra sağanağa çevirdi.
Yağmurun altında yüzmeye karar verdim. Yüzerken sevgi hakkında düşündüm. Bütünüyle, bir yaşam boyu sevmek nasıl bir duyguydu? Önce gençliğin enerjik, şiddetli, sıkıştırıcı, ıstırap verici ihtiyacıyla; sonra, olgunluğun alışverişiyle, zengin, neşe ve güç dolu bir biçimde; en sonunda da yaşlılığın tatlı, sabırlı, sürekli sevgisiyle ömür boyu sevmek nasıl bir duyguydu? Var olan diğer sevgi türlerini düşündüm: Bir ev hayvanının bağlılık dolu, sorgusuz, tümüyle verici doğasını; insanın çocuğunu sevişinin haz dolu masumiyetini; arkadaşlar arasındaki neşeli, sevecen saygıyı düşündüm -Tanrım, daha aslında sevgi doluydu!
Zamanın nasıl aktığını bilmiyorum. Yağmur damlaları soğuk boncuklar gibi yağıyordu kafama. Aklıma, bu damlaları tek tek severek ısıtabilmenin mümkün olduğu geldi. Her birini birbirinden ayırmaya çalıştım ve yere inerlerken, her birine sıcak bir karşılamayla, aldığım tadı, takdirlerimi ve sevgimi sundum. Çok geçmeden artık soğuğu hissetmez olmuştum. Soğuk bir deneyimi, onu sıcak olarak algılayarak değiştirmiştim.
Bu bana küçük bir vahiy gibi gelmişti. Havuzdan çıkarak yağmurun altında durdum; onu bedenimde daha çok hissetmek istiyordum. Ama tam o sırada, sanki gökyüzündeki bir ışıklandırma ustasının işaretiyle güneş parladı ve yağmur kesildi. Sanki, sahneye adım atar atmaz kendini birden spot ışığının altında bulmak gibi, her şey öylesine ani olmuştu ki, yüzümde bir gülümsemeyle öylece kalakaldım.
Eve doğru yürüdüm; artık bu konuyu düşünmüyordum. Giyinip hazırlandım; köpeklerimle birlikte dağdan, aşağıdaki nehre kadar yürüyecektim. Güneş parlıyordu, güzel bir Paskalya yürüyüşü olacaktı.
Dışarı çıktım; köpekler de yanımda oynayıp sıçrıyorlardı. Ancak dağ yoluna daha ilk adımımı atarken, yalnızca güneş kaybolmakla kanadı, tam tepemizdeki bir yağmur bulutu tüm yükünü üzerimize boşalttı! Halbuki bir dakika önce tek bir bulut bile yoktu ortada. Bu değişik türde bir karşılamaydı, ama kendimi gülmekten alamadım. Sultan'ı ve Shinook'u çağırıp içeri girdim. Ben kapıyı kapar kapamaz güneş yeniden parladı.
Bu olay merakımı uyandırmıştı. Hemen köpekleri dışarı çıkardım. Ve yine birden, sanki aynı ışıklandırma ustasının işaretiyle, güneş yine gözden kayboldu ve yağmur yağmaya başladı. Doğa benimle saklambaç mı oynuyordu, yoksa bu bir rastlantı mıydı?
. Yine içeri koştuk. Güneş yeniden ortaya çıktı. Biz dışarı çıkınca da yine yağmur başladı. İleri geri, ileri geri. Olay bir vodvile benzemeye başlamıştı. Köpekler de adeta şaşkınlığa düşmüşlerdi. Ama onlar da vazgeçmediler ve bir oyun oynar gibi beni içeri ve dışarı izleyip durdular; giderek hepimiz soluk soluğa kalmıştık.
En sonunda yine dışarı çıktık. Ama önce dağ yolunun başında durup yüksek sesle, ‘Benimle oyun oynuyorsun, öyle değil mi? Özellikle Paskalya için!’ dedim. Kiminle konuştuğumu bilmiyordum, her şey öyle komikti ki yeniden gülmeye başladım. Güneş daha da parlamaya, giderek adeta alev alev yanmaya başladı! Sanki doğa (Tanrı... her neyse) kendi gücünün tanınıp kabullenilmesine ihtiyaç duymuş, emeline ulaşınca da artık oyun oynamasına gerek kalmamıştı.
Üçümüz birlikte dağdan aşağı güçlükle inmeye koyulduk. Hafif bir rüzgar çıkmıştı. Köpekler Önümde sekip sıçrarken ben sevgi, Paskalya ve doğayla ilgili düşüncelerime döndüm.
İnsan kusursuz ve tam bir sevgi hissetmeye doğayla başlayabilir miydi?
Bir saat kadar nehir boyunca yürüdüm, sonra yine dağa geri tırmanmaya başladım. Güneş, sanki portakalrengi bir balon gibi bulutlarla ‘elim sende’ oynuyor ve çok yaklaştıklarında onları kovalıyordu. Sarp dağ yolunu zahmetle tırmanırken, köpeklerin dört ayak üzerinde ve düzgün gövdeleriyle yükseklikleri nasıl kolayca tırmandıklarının farkındaydım. Hiç sıkıntı çekmiyor gibiydiler, güçlü gövdeleri araziye doğal bir rahatlıkla uyum sağlıyordu. Ama benim ayaklarım ağrıyor, kalbim hızla çarpıyordu ve bu durum bana, acı verici bedensel alıştırmalardan nefret ettiğim için gerçekten ne kadar tembel olabileceğimi hatırlatıyordu. Sonra, o sabah yaşadıklarımın ışığında aklıma bir şey geldi. Neden ağrıyı da sevmeyi denemiyordum? Neden her adale ve kirişle geçirdiğim deneyimi bütünüyle takdir etmiyordum? Neden her birinin yaptığım iyi hissetmiyor ve beden denen bu düzenleme mucizesine konsantre olmuyordum? Tırmanışın zorluklarıyla ilgili algımı değiştirmeye başladım. Kendi kendime, her hareketle birlikte bedenimi oluşturan şeyin daha çok bilincine vardığımı ve bu farkındalığın sevgisi olmadan bir bedenim olduğunu dahi bilemeyeceğimi söyledim. Bu ağrıyı kucakladım, onu bedenimin çalışması olarak algılamaya çalıştım ve hoşnutlukla karşıladım. Özellikle her adaleyi ve ten-donu birbirinden ayırarak, başıma düşen her soğuk yağmur damlasının dokunuşunu sevdiğim gibi, onların temasını da sevdim.
Kısa bir süre sonra, tırmanmakta olduğumu unuttuğumu fark ettim; artık arazide daha güçlü, hafif ve kolay bir şekilde ilerliyordum. Gerçeğin, görüş açımın değişimine koşut olarak değişmesi gerçekten olağanüstü bir şeydi.
Bu deneyimin ortasında AİDS'li arkadaşımı düşündüm. Bir süredir enerjisizlikten hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Bedeninin alçaltıcı ve iğrenç arazı ruhunu hırpalamıştı. Bunun başına gelmesine izin verdiği -gerçekte bunu yarattığı-için kendisine öfke duyuyordu. Ve doktorlarına da, kendisini iyileştiremedikleri için kızıyordu. Az önce yaptığım şeyi ona söylemeli miydim? Ondan öfkelenmekten vazgeçmesini isteme cüretini gösterebilir miydim? Kendisini öz-sevgisi yoluyla iyileştirmeye çalışmasını isteme cesaretini gösterebilir miydim? Ona, bu-korkunç hastalığın sorumluluğunu üstlenmesinin belki de feir iyileşme sürecinin başlangıcı olabileceğini, kendi verdiği kararı anlamasının, hatta sevmesinin mümkün olabileceğini söylemek fazlasıyla hor görücü, onur kırıcı mı olurdu acaba? Ona, nefretle savaşmanın çözüm olmadığını, kendisini bütünlük sevgisine bırakmasının ona çok daha iyi bir şans verebileceğini ve başkalarından gelen sevgiyi kabullenmesinin gerçek bir kuvvet ilacı olabileceğini gerçekten söyleyebilir miydim? En azından şunu biliyordum ki, yaşadığı korkunç şeyleri olduğu gibi kabullenmeye ikna edebilir-sem, bunlara dayanması çok daha kolay olacaktı.
Dağın tepesine ulaştım. Güneş hala pırıl pırıl parlıyordu. Bir süre rüzgara yüzümü vererek soluk soluğa durdum ve ‘Tanrım, ben şanslıyım’ diye düşündüm. Ve sonra, ‘Sevgi, Paskalya neleri kapsıyorsa öyle bir şey olmalı’ diye ekledim. Kollarımı açarak, ‘Teşekkür ederim’ dedim, ‘Sanırım az önce şifa gücüyle ilgili bir şey anladım. Sevgi duyarak her şeyin iyileştirilebileceğini...’
Sanki bir yanıt gibi ve hiç olmadığı kadar ansızın kendimi kristal bir dolu sağanağının ortasında buldum; bu sağanağın ötesinde güneş parlamaya devam ediyordu. Titrek ışıklı buzdan elmaslardan oluşan binlerce top, beni hafifçe saran ışıltılı bir perde gibi çevremde kıvılcımlar saçarak, parıldayarak dans ediyordu.  Sanki doğal mucizelerin yer aldığı bir periler ülkesindeydim ve yalnızca kendimi açıp dinlemem yeterliydi. Kollarımı uzatarak yağan elmasları yakalamaya çalıştım; avuçlarımda onların buzlu yakıcılığını hissediyordum. Yukarı baktım. Orada, havadaki perdenin arasından, dairesel bir gökkuşağı gördüm.
İşte, oradaydılar; yedi renk yeniden asıl, bozulmamış berraklıklarına kavuşuyorlardı. Bunlar benim içime yansıyan aynı yedi renkti. Bir süre kıpırtısız, huşu içinde durup bu nefis gösteriyi adeta içtim. Gökkuşağının alt kısmındaki kırmızıyla başlayarak, en tepede menekşe rengi belirene dek tek tek her rengi izledim.
Doğa konuşuyordu. Mesajının bana erişmesine izin verdim. Önce ağlayacağımı sandım. Ama kendimi, içimden gelen bir sıcaklıkla gülümserken buldum. Eve girip arkadaşımı aradım. Çakralar hakkında konuştuk ve o bedeninin bu doğal, uyumlu, tanınmamış enerji merkezleri üzerinde meditasyon yapmaya ve çalışmaya başladı.
Doktorlarının tahmininden yaklaşık altı ay daha fazla yaşadı. Sona erişmeden önce bana ve diğer yakın arkadaşlarına, hastalığından öğrendiği en büyük dersin, sevgiyi kabullenmek, kendisine bu izni vermek olduğunu söyledi. Sevgiyi verme konusunda hiçbir sorunu olmamıştı. Onun sorunu, kendisine, başkalarının onu gerçekten sevdiklerine inanma izni verememesiydi. Kendisini başkalarının sevgisiyle beslemeye gönülsüz olduğu için bedeni de bu yoksunluğu yansıtmıştı.
Bir akşam, son doğum gününün akşamında en yakın dostları olarak onunla vedalaşmak için evinde toplandık. İpek pijamaları ve saten robdöşambrıyla gururlu ve zarif bir biçimde içeri girişini izledik. Hepimiz birer birer ona sevgimizi ifade ederken o grubun ortasında sessizce oturdu. Bu sevgiyi açık bir kalple ve kaderini kabullenmişlikle kabul etti. En sonunda kendisiyle barışmıştı.
O öldükten sonra o gece onunla olan bizler, yeni bir ailenin çekirdeğini oluşturduğumuzu idrak ettik; bu, çok özleyeceğimiz arkadaşımızın en büyük hocalarımızdan biri olduğu anlayışı etrafında dönen bir aileydi. Onun bize verdiği en derin ders ne miydi? Kendini sevmeyi ve başkalarının sevgisini kabul etmeyi öğren. Sevgiyi hak ettiğini hissetmek için ölümcül hasta olana dek bekleme.
DERLEYEN... (EDİTÖR)
İletişim:[email protected]
Bu makale şu konularla ilgili olabilir :çakra - çakralar - meditasyon - meditasyon nedir -

Yorumlar